28 Ağustos 2012 Salı

Son Perde

Geçmişe baktığında ne kadar çok yol aldığını değil de hep aynı yerde durduğunu görüyorsa insan kendinde birşeylerin gitmediğini farketmeli... Hep aynı yerde durmanın verdiği hımbıllık düşünsel aktivitelerinde de hayli hasara yol açıyor. 
Kendi iç dünyasına yakın bulduğu bir çevreden uzak tamamiyle yabancı, soğuk ve anlamsız bir yerdeyse malesef bundan da kaçamıyormuş onu farkettim. Belki de hep aynı yerde durmanın yol almamanın verdiği tembellikle kaçamıyoruz. 
2007'den başladım bugün geçmişe bakmaya... Tam olarak özümden nerede kopmuşum hala çözemedim, üzerine çalışmaya devam etmekteyim. Belki de birşeyler karalarken resim ortaya çıkar diye düşünüyorum.
Hazırlıksız yakalandığım iş hayatına ilk başladığımda kendimi dipsiz bir kuyuya atılmış gibi hissettim. Karanlık,soğuk... Tanımadığın ve tanımak istediğine dair şüphelerinin olduğu insanlar, "frekansı" tutturamayacağından eminsin! :) Ne yapacağını ne yapman gerektiğini bilmediğin bir iş... Önce izledim uzun bir süre cool ablalığımı koruyarak, sonra kafamı bilgisayardan kaldırmadan geçti günlerim yanıma ancak absürd komedilerde rastlanacak bir "çalışma arkadaşı" gelene kadar... İşte orada özel sektörün iğrenç oyunları başlamış, ben bunu anlayana kadar hayli zaman geçti tabii ki:)

Koydukları tuzaklara kendi düşen insanlar, zamanla küçük hesaplarını bir çuvala koyarak gitmek zorunda kaldılar, ama ben içimde barınan saf çocuğun saçma suçlulukları ile uğraştım. İnsanlara iyi niyetle yaklaşmanın cezasını ödüyorum evet, fazla fazla.. Biri gitti biri geldi derken bir de baktım ki senaryo hiç değişmiyor, aynı oyunlar aynı repliklerle başka oyuncuların ağzında daha da profesyonel bir şekilde dans ediyor. 
İnsanlara acımak en büyük hatanız olacaktır. Hiçbirimiz birbirimize acıyacak lükse sahip değilmişiz, benim kendime çıkardığım en büyük değer bu oldu içimdeki beyazı siyahla kirletirken. Şimdi gittikçe koyulaşan bir griyi sürüyorum fırçama ve mutlu bir çalı değil ancak yağmuru bekleyen kasvetli bulutlar çizebiliyorum bu ruh haliyle. Hava durumunu takip ediyorum evet Güneş var, çok yakında hem de..

Şimdi içimden o büyük enerjimin, gözümden pembe gözlüklerimin, kalbimden insan sevgisinin nasıl alındığını bulmaya çalışıyorum.

Küçük hesaplar hala kovalana dursun malesef küçük gördüğüm insanlar için, yukarıdan zaten hesaplanmış olan zaman geldiğinde ben yine bu oyunların son perdesini izlemekte olacağım...





Eskiden Kalma Bir Melankoli Türküsü...


Nefret bulantılarıyla uyandı sabah..Bir sigara yaktı.. Odadan çıkıp mutfağa gitti çay demlemek için, bir yüz gördü kustu... Bir yüz gördü sustu.. Bulantısı geçti.. Sonra bi sigara daha yaktı. Haberlerde birileri birilerini doğruyordu, fenerler yanıyor fenerler sönüyordu... Bir fener yaksa olur muydu? Ne bileyim, olur muydu?
Çay demlendi, kokusunu çekti burnuna çay sevmeyen insanları anlayamadı.. Salatalık ve havuçları soydu... Kahvaltı sofrası iştah uyandırmalı renkli olmalıydı... Dışarıda ve içinde olmayan o rengi görmeliydi gözleri günde bir kere de olsa... ses yoktu bu sefer,  ses olmalıydı, suskunluğunu bastıracak yalandan bir ses ne söyleyeceği önemli değildi. Oturdu olabildiğince yavaş kahvaltısını etti. Bulantıları gene başladı bi sigara daha yaktı.
Dışarı çıkıp nefret dalgasının içine karışma vakti gelmişti.. Eskiden direnirdi. Her yanını kas ağrıları kaplardı ne yazmaya elleri ne yürümeye ayakları kalırdı. Sonra zevk almaya çalıştı bu sefer eve döndüğünde sahtekârlığının gözyaşları içine gömdü kendini. Artık olmadığı bir şeyin içinden çıkartmaya çalışıyordu kendini. Hem kendisi hem yüzler hem sözler onu o kadar çok gömmüştü ki bir çuvalın içine artık boğuluyordu. Artık kendi gözleriyle değil çuvalın delikleriyle görüyordu her şeyi. Aslında bu çuval onu her şeyden koruyordu. Çünkü ne tam duyuyor ne tam görüyordu.. Onu üzecek şeylerin hepsinden bir çuvalın içine girerek kurtulmuş saklamıştı kendini.. İçindeki her şeyi korumak için ve dışındaki her şeyden korunmak için çuvalın içindeydi. Dün gece sıyırıp attı üstünden çuvalını ve nefret bulantıları öyle başladı. Küçük renkli şeyler vermişti bakkal onlardan içiyordu geçsin diye bulantıları.. Tamam, renkli değildi ama bir renk bulmak istiyordu onlarda.. “Renkler hep vardır mesele onları bulmakta” diyen anlayışa inanarak... Minibüslerden nefret ediyordu, özel taşıtlardan da.. Özelinin de toplusunun da ta bir yerlerine “oturmak” istiyordu. Yanına oturduğu insanların kalçaları ve kollarıyla temas halini sevmiyordu..nefeslerini duymak da istemiyordu...
Kampüse vardı, adına şenlik dedikleri şeyden vardı insanlar atlayıp zıplıyor, kahkahalar atıyor “kuşlar gibi” cıvıldıyorlardı canlarım... Kalabalıklardı.. Hiçbir zaman insanların bu kadar çok insanla birden eğlenebilmesini anlamamıştı. “Bir insan herkesi sevemez herkese bu kadar yakın olamaz” derdi inatla.. Ama artık önemli değildi.. Çünkü hepsini aynı görüyordu gözleri siyah ve beyaz... Ama hiç beyaz yoktu öyle ki aynaya baktığında bile siyah vardı... Kendisinin de et yığını olarak gördüğü diğerlerinden bir farkı olmaması sıkmıyordu canını çünkü üzümler birbirlerine baka baka kararırdı... Baktığı her insan yüzünde, içinde siyah bi leke bırakıyordu.. Bakması bu lekelere neden olurken konuştuğunda olanlardan hiç bahsetmiyorum...Ki artık kimseyle konuşmuyordu.. Konuşmamayı en etkili yöntem olarak görüyordu sakinliği yakalamak için, ama her geçen gün içindeki nefret bulantısı çoğalıyordu.. Bi sigara yaktı yakındaki bir ağacın altına oturdu.. Simsiyah bir yüzün geçmekte olduğunu gördü, bulantısı dayanamayacak bir hal aldı, yanına gitti, simsiyah “şey” konuşmaya başlar başlamaz dayanamadı, kustu..
Yaşadığı zevkten beyni uyuşmuştu adeta... Renkli şeylere gerek yoktu bugün...Çünkü her şey renklenmişti birden. Sırtüstü yattı... Bitmek bilmeyen dalgaya bıraktı kendini... Bir fener yandı...Dönüyor...dönüyor...dönüyor... Hiçbir yere gidesi yoktu... uçtu uçtu yok oldu... Ondan geriye bir tek çuvalı kaldı...